Köyün Hayaletleri
Öyle anlar vardır ya; bütün hayatınız bir film şeridi gibi gözünüzün önünden bir anda geçer, zamanın ve zihninizin en unutulmuş köşelerine hapsolmuş, hayatınıza giren çıkan tüm isimleri bir bir hatırlarsınız, tüm simalar bir anda beliriverir…
Daykomu, size hikayesini daha önce anlattığım köydeki evimizin ardında bulunan ve benim ayrılıklar ve kavuşmalar meydanı dediğim küçücük meydandan ebediyete uğurlarken tam da bu haldeydim. Komşudan alınmış iki sandalye üzerine salını koyduklarında, birilerinin “başı bu tarafa gelecek” diye lakırdı yaptığını hayal meyal hatırlıyorum. Oysa o sırada ben gözlerimi mıh gibi tabuta dikmiş, hayal aleminden gelip omzuma müşfikçe dokunan ve beni bir anda yarım asra yaslanmış ömrümün neredeyse ta başına götüren köyün hayaletleriyle meşguldüm.
Ayrılıklar ve Kavuşmalar Meydanı
Hikayesini daha önceki bir yazımda ( tıklayın ) anlattığımı hatırlatmıştım ya; çocukluğumun ilk ve en güzel yıllarını geçirdiğim anneannemin köydeki evinin arka yüzünde, bizim evle Kaynakların evinin kesiştiği, oradan da rahmetli Lütfiye ninenin evine uzanan açıklıkta küçükçe bir meydan bulunur. Hani meydan da diyemeyiz ya, herkesler orada toplanıp oradan ayrıldığı için benim hafızamda öyle yer etmiş. Siz de öyle kabul edin.
Trakya’nın kutup yıldızı Mahya Tepe’yi de ufkuna alan, Yıldız Dağları‘nın harika bir manzarası serilidir önünüzde. Yeniceköy tarafından bir ip gibi uzanarak eski köprü üzerinden gelen asfalt yol, bu meydanı belirgin bir kavisle yalar. Cami yönüne doğru bir bıçak gibi köyün böğrüne böğrüne saplanır. Yolun üzerindeki kişi, asfaltı ağlattı dedikleri hız düşkünü o nalet şöförlerden biriyse hele, daha hoca besmelesini bitirmeden kendini köyün çıkışında bile bulabilir.
Ne diyordum ? Ha ! Ayrılıklar ve kavuşmalar meydanı…
Köyün çıkışında meydan mı olur, demeyin. Benim için hatta bizim evdekiler için öyleydi. Bayram günlerinde, diğer yarısını annemin amcasıyla ortak kullandığımız, aynı avluya bakan bu iki katlı evin mutfak penceresinde geçiren bir ben değildim. Arife teyzem evin küçüğü diye mutfağa daha çok mu girerdi ne, bu meydana bakan pencerenin içeriye doğru neredeyse yarım metre giren boşluğuna kollarını dayar, duran arabalardan inenlerin haberini içeri haykırırdı.
–Anaaaa ! Bekir İbraamlarınkiler de geldiler.
Anneanneciğim bayram sofrası daha kurulmadı diye kızardı.
-Bekir İbraamlar mı lazım sana bu saatte ? Millet gelir birazdan. Tabakları koyun mari artık sofraya.
İster İğneada yönünden gelen otobüsler, Yeniceköy ve Eviciler yönünden gelen minibüsler olsun, ister de Pınarhisar yönünden gelenler; hepsi yolcusunun bir kısmını ya buradan alır ya da buraya bırakırdı. Yol bekleyenlerin veya yola koyulanların durağıydı bir nevi. Ayrılıklar ve kavuşmalar meydanı demem bu sebeptendir, işte.
O kadar da değil… Hele de akşamüstleri, Balkan yönünden tatlı bir rüzgar estiği ve meydanın nispeten gölgelendiği o saatlerde, herkesler mıknatısa tutulmuş bilyeler misali bu meydana akardı. Bizim evin arkasına ve Kaynakların evinin yüzüne, iki baştaki kalın kütükler üzerine desteklenmiş kalaslar uzatılır, boylu boyunca oturağa dönüştürülürdü. Hatta bütün yaz boyunca orada kaldıklarını bile söylesem yalan olmaz. Şiltesini omzunun altına sıkıştıran gelir, bu kalasların üzerine sererek sohbete koyulurdu. Evde, bağda bahçede işini bitirenler, akşam olup sığırtmaçlar köyün hayvanlarından sürüleri köprü yönünden getirene kadar burada otururlar, sohbeti koyulturlardı.
Lütfiye ninenin yanındaki Nevze nine olsa gerek; her ikisi de bir omuzlarının altına sıkıştırdıkları iğelerin başına taktıkları yapağılardan yün eğirirlerdi. Dün gibi hatırlarım. Birbirlerini daha iyi duysunlar diye, başlarına örttükleri kara feracenin kalpağını kulaklarının ardına çevirirler, derin bir sohbete dalarlardı. Nikahlısından başkasının görmediği o akça saçlarının ucu feracenin altındaki çemberden taşardı bazen de sabi sübyanız diye olsa gerek bize bir şey demezlerdi. Çok severdim ikisini de. Hayran hayran izlerdim uzaktan. Pamuk ninelerimdi benim onlar. Bazen yüzlerini kapatacak kadar öne düşürdükleri iğelerin ucuna o akça saçlarının perçemi takılmış da onu yün diye eğiriyorlar zannederdim. Çocukluk işte…
Güvercin tedirginliği ile İftade abla dalardı meydana. Hızlı cümlelerle, çoğu zaman takılarak, kalbi yüreğinden çıkacakmışçasına heyecanla konuşurdu. Kimi görse böyleydi. Çok masum, saf bir kalbi vardı. Onun bu hallerini bilenler takılmadan edemezlerdi bir türlü. Ben o yaşlardayken o evli miydi hatırlamıyorum ama öyleyse de yeni gelindir; meydana gelirken illa birini takardı koluna. Çoğu zaman da “aretim“ dediği kişi olurdu bu. Yalnız kalmaya hiç dayanamazdı garibim. Kendisine misafir gelmiş birini “dur geçireyim şimdi seni” diye evine kadar uğurlar, dönüş yolunda o heyecanına yenilip, “mari, ben sıkılırım şimdi” diye kendini geri getirtirdi illa. “Ne güzel komşumuzdun sen…” diye tekrarlayan o meşhur şiirdeki gibi biriydi, İftade abla.
Evimizde rahmetli dedeciğimin nereden aldığını bilmediğim ama bana sihir gibi gelen transistörlü bir radyosu vardı. Kocaman yuvarlak kadranı çevirerek bir radyo istasyonu bulmaya çalışırken rastladığım yurttan sesler korosunun seslendirdiği Pakizem türküsünü duyduğumda yolun karşısında oturan Pakize ablayı nereden tanıdıklarını düşünmedim değil.
“Rodop dağları ( bre ) Pakizem çiçek döşeli,
Pakizemin evleri ( more Pakizem ) mor menekşeli”
Aklım erene kadar da birileri tarafından böyle oltaya alındığımı hiç hissetmedim. Heh işte ! Allah gani gani rahmet eylesin; o Pakize abla, belli ki evin kalan işlerini kızları Nazan’la Feruzan’a devretmiş, meydandaki kalabalığa karışmak için şoseyi geçerken, sözleşmişlercesine dere boyundaki yokuşun başında Ülfet abla görünürdü.
Mona Lisa ve Şair Ceketli Adam
Allah ömrüne bereket versin, yüzüne oturmuş belli belirsiz tebessüme inceden bir hüzün eşlik ederdi daima. Ona hayran hayran bakarken canlı bir Mona Lisa tablosuna bakar gibi hissederdim daima. O tablodaki kadın gibi; gülümsüyor muydu, hüzünlü müydü hiç bilemedim.
Annemin aretidir Ülfet abla. Evimizde, annemin hatıra diye sakladığı çok sayıda fotoğrafı vardı. Hatta hala dururlar, zaman zaman bakarım da. Annemle birlikte çekildikleri genç kızlık fotoğrafları, nişanlandıklarında çekildikleri fotoğraflar… Hatta babam, annem, Ülfet abla ve Rahim abinin; dördünün birlikte çekildikleri fotoğraflar bile var. Annem fotoğraflara bakarak bir bir hikayelerini anlatırdı bana. Ülfet abla ona aret olmuşken, babam da köyün dışından gelen müstakbel damat adayı olarak Rahim abi ile yarenlik etmiş o yıllarda, belli ki.
Fotoğraflar arasında bir kış günü beyaz gelinliği ile çekilmiş fotoğrafına gelince durur, hüzünlenirdi annem. Kar gibi gelinliği ile Ülfet abla ayaza uğramış bir kuğu gibi, ürkek, tedirgin bir poz vermişti fotoğrafta. Duvağının iki yanından kulaklarının önüne düşen sırmalı gelin telleri.. “Ah, canım aretim” derdi annem. Rahim abiyle birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini anlatırdı. Nişana yakın ya da ben tam hatırlamamış olabilirim, belki de nişandan sonradır; Rahim abinin bir kaza geçirdiğini, ayağının “iyi olmaz artık” diyecek kadar hasarlandığını anlatır, derin bir sessizliğe bürünürdü. Her yerde kem sözlüler olmaz mı, olur elbet. Köydekilerin de “Ülfet’i artık bu çolağa vermezler” gibi sözlerle yaralayıp caydırmaya çalışanlar olduğunu anlatırdı. Ne kulak asmış, ne nişanı atmış, ne sevdasını yere çalmış. Sebat etmiş. “İyileşecek” demiş. Rahim abi sağlığına kavuşunca geciken düğünleri kurulmuş ola ki, evdeki o Şubat 1972 tarihli fotoğraf anneme güzel bir hatıra diye kalmış. “Ne sevdiler ama birbirlerini” diye bakar bakar, yad eder o günleri annem.
Sonra durur, buruk bir gülümsemeyle “Behçet’e çektirmişlerdi bu fotoğrafı.” Babamı da kastederek ; “Aynı gün bizim de fotoğrafımızı çekmişti. Beraber gitmiştik iki aret.” der, fotoğrafçıyı kastederek ” İnsan demez mi, ayakkabılarınızın çamurunu bari silin diye ? ”
Allah rahmetini eksik etmesin, Rahim abi; bizim köyün şair ceketlisi de oydu. İnce sözlü, geniş gönüllüydü. Köyde, anneannemin yanında uzun kaldığım zamanlarda; babam ilçede diye beni mahzun mu bulurdu bilmem, akşamüzeri kadınların oturduğu bu oturaklara beni oturtur, şefkat dolu sohbetler eder, varsa bir yalnızlığım unuttururdu. Öyle oturur, Mahya tepeye bakar bakar konuşurduk. Sesi belli belirsiz kulaklarımdadır.
Diyorum ya, daykomu uğurlarken omzuma dokunan o görünmez müşfik ellerden biri eminim ki onundu. Gömleğime düşen o tek tel saçı kopartan Balkan rüzgarı değil, bu kocamış yaşımda bile saçımı okşayan onun elinin değdiğiydi.
Çok sonraları düşünür oldum ki, Ülfet annemin de tebessümle nikahlı hüznü ola ki onun bu erken vedasındandı. Eşini kaybetmiş bir kumru kuşunun yürek yükünü ben onun o ince hüznünde hep görürdüm.
Koru Baba ve Alem Nine
Dedim ya, herkesler bir bir mıknatısa tutulmuşçasına bu meydana akarken, Alem kadın derler biri önde, kol kola girmiş Ortaköylülerden bir grup kadın arkada Koru Baba’ya doğru giderlerdi. Neredeyse her akşamüzeri rastlayabileceğimiz bir tabloydu bu. Ama Alem kadın illa giderdi. Ellerinde birer mum, meydandaki kalabalığa belli belirsiz selam verir, rüzgar olur Koru Baba’ya akarlardı.
Köyümüzün Yeniceköy yönünden çıkışında, taş değirmenin hemen berisinde, sağdaki küçük korunun içinde bir mübareğin mezarıydı Koru Baba dediğimiz yer. Başına dikili bir adam boyundan uzunca karataş, adına nice sırlı hikayeler anlatılan bu yatırın mekanını nişaneliyordu. Derler ki, Osmanlı’nın Rumeli’ye yayıldığı zamanlardaki ilk akıncılardan biriydi. Bir kardeşi ki, o dönem sultanın üzerine bir türbe konduracak kıymette bulduğu Bin Bir Oklu Ahmet Baba derler, Erenler köyündedir. Bu yatırın etrafında bir tekke oluştuğu için eskiler buraya Tekkeköy de derlerdi. Diğeri ise iki köyün de bağlı bulunduğu ilçemiz Pınarhisar’da, Osmanlı mezarlığının olduğu tümülüsün en yükseğinde meftun olduğu düşünülen Haydar Baba’dır.
O sırlı hikayeler tam da bu karataşın başında başlar. Alem nineye sır olan, banaysa yorganı başıma çektirip uykumu gözümden çalan hikayeler… Sözüm ona, her biri zamanın gizlenmiş bir anında; kim bilir belki bir ayında, bir haftasında, bir gününde, bir saatinde; meftun bulundukları yerden yalım bir ışık demeti gibi göğe kalkar, Aktepe’ye doğru akar, üç ulu kardeş burada buluşurlarmış. Her göze görünmezmişler de kalp gözü açık olanlar, güneş altında parlayan bir saman demetine benzettikleri bu yalım ateşten nurlu yükselişi görürlermiş.
Hava karardı mı hemen eve girerdim. Olur a, anlattıkları gibi kalp gözüm benim de açıktır endişesiyle o yöne hiç bakamazdım bile. Ne’me lazım, kalp gözüm açılırken şen dilim lal olur diye korkardım. Çocuk aklımla korktuğum şeye bakar mısınız hele? “Ya kalp gözüm açıksa ?”…
Hatta, sanırım henüz ilkokulu yeni bitirmiştim, bir bayram zamanı köye ziyarete gelen bir ailenin çocuğu kaybolmuştu da ertesi gün Soğucak köyünde mi ne bulunmuştu. O gece bütün köy, çocuğu aramaya çıkmıştık. Beni evdekilerden biri koluma girerek zorlamıştı desem daha doğru olacak ya, neyse. Zira hemen Lütfiye ninenin bahçesinin bitiminde, köprünün başlangıcında köy lambaları biter, Koru Baba’ya doğru zifiri bir karanlık başlardı. Oluk oluk insan bağıra çağıra, ellerinde lambalar, çıralar olduğu halde çocuğu aramaya çıkmıştık. Beni Koru Baba’ya doğru yol boyunca sürüklerlerken gözlerimi sağa sola hiç çevirmediğimi, yaklaştıkça gözlerimi ara ara kapattığımı bugün bile hatırlarım. Geceye rağmen koca Balkan’dan tomruk yüklü kamyonlar köye doğru yaklaşır, o gözleri kör eden lambalarının ışığı korudaki ağaçları bir gölge oyununun sahnesindeymişçesine yalardı. Bense gözlerimi daha da yumardım.
Koru Baba hadi mübareklerden bir zat da, çocukları korkutmak için başka başka az mı sırlı hikayeler anlatılmazdı? Köyün erkeklerini bile kahveden eve erken getirten, karanlık bir köşe başında bekleyen, zincirlerini şıngırdata şıngırdata yerlere sürüyüp o kelli felli adamları dönüp ardına bile baktırmayacak korkuya salan Zincirli Baba’yı ben aklımdan uydurmadım ya. Kim görmüş de “boyu iki adam kadardı” demiş, hala merak ederim.
Hadi onu geçtim, ya köprünün ayaklarından birinin altında bulunan kuyu ile ilgili hikayeleri kim dilden dile saldıydı? Hani gecenin bir vakti peri kızları kuyudan çıkar, dere boyundaki beş çeşmelere kadar olan meydanda düğün dernek kurarlar, sabaha kadar raks ederlermiş. Ola ki, o kalp gözü açık olanlardan biri onları görmüş olsun, hiç konuşmayacakmış. Yoksa onlara karışırmış, eskilerin deyimiyle uğrarmış diye kimler anlattıydı sahi ?
Bense o beş çeşmeleri gelin kızların düğün gününün yapılacağı günün sabahında kına çözdükleri yer diye hatırlarım. O akça pakça gelin kızaların, gelin kızların koluna girmiş ve bir elinde aret çiçeği taşıyan körpelerin o peri kızlarından eksiği yok fazlası vardır oysa. Siz gündüz niyetine uykunuzda olsa olsa onları görmüşünüzdür de peri kızına saymışınızdır. Çocukları uykuya göndermek için uydurmayın böyle şeyler. Uydurmayın! Zira hala inceden titrediğim kimselere diyemediğim bir gerçek.
İçi yapağı doldurulmuş külçe gibi yastığı ayağınıza alıp, çocukların başını bu yastığa yaslayarak tıngır mıngır salladığınız el kadar çocukları uyuturken mırıldandığınız şu; “Tarambaba tararım, Kim uyumaz ararım, Uyumayan kızları ( oğlanı ), Al bohçama bağlarım” tekerlemesini de bırakın artık. “Uyuyun” dediniz de uyumadık mı ?
Hadi dönelim lafın evveline. Alem kadın illa ki Koru Baba’ya gider mum yakardı. Meydandaki kalabalığa selam vermekten öte pek de karışmazdı Ortaköylüler. İslambeyli’deyiz ama Ortaköylüler dediğime şaşırmayın. Köyün yeni mezarlık tarafındaki o mahalleye böyle denirdi. Köyde Boşnaklar, Pomak kökenliler, geldikleri yere göre isimlendirilen Eski Cumalılar, Romanya’dan göç ettirilenler vs… pek çok göçmen kökenli insan bulunurdu. Onlar da, sanırım Bulgaristan’a ait bir yerleşimdi, Ortaköy’den göç ettirilenlerin iskan edildiği mahalleyi şekillendirmişlerdi. O iskanlar ki, Balkan Savaşları yıllarına kadar gider de gider. Buna rağmen kendi kültür bağları, inanç kültürlerindeki farklılıklar sebebiyle köyün diğer kesiminden biraz daha kenar durmayı tercih ederlerdi.
Alem nine ve ona eşlik eden kadınlar akşamüzeri saatlerde mütemadiyen Koru Baba’ya giderler, o karataşın dibindeki bir olukta mum yakar, mübareğe dualar ederlerdi. Bu sebeptendir, Alem ninenin de kalp gözünün açık olduğunu düşünürdüm hep.
İsimler, lakaplar…
Işığı gören pervaneler misali, gevrek muhabbete ortakçı olmak isteyen kim varsa işini bitirir bitirmez meydana akardı. Sanırsın ki, düğün yeri.
Çolak Ate önce şosenin karşısına geçer, YSE çeşmesinin ardındaki evin tahta bahçe kapısını ittirerek açar, canım ciğerim Vahide ablayı bir yoklardı. Torunları Fatoş ( Fatma ) ile Murat’ı görmeden edemezdi. Sonra işini bitirmişse Vahide ablayı da koluna takar, meydana gelirdi.
Zele tetem köyün öbür ucundan bu tarafa pek gelmezdi, en fazla ona yakın oturan kardeşi Ramze teteme kadar giderdi. Ama Havva tetem anneannemi görsün diye hemen hemen her akşam uğrardı. Bir köyde, bir evin dört kıymetlisi… Bir tek Fatme teteciğim Soğucak‘a gelin gitmiş de köyden çıkmış. Bir o ayrıdır köydeki dört kız kardaşından.
Havva teteciğim evden meydana doğru gelirken yol üzerindeki Kara Nure’ye mutlaka Allah’ın selamını verir ama Gıcıklı Kıymet’in evinin önünden geçerken yolu tozutmasın da Kıymet nineyi kudurtmasın diye parmaklarının ucuna basar, yüzünü olabildiğince o yöne çevirmezdi.
Önceki hikayeden hatırladınız mı Gıcıklı Kıymet’i? Hani şu hijyen hastalığından muzdarip, el alemin eli değdi diye paraları bile kırk su yıkayıp mandala asan Gıcıklı Kıymet’i ? “Ah o çocukları ne çekti analarından !” diye anlatırlar hala; daha porta kapısında çocukları kafasına kalıp sabunu vura vura tepeden tırnağa yıkar, elleri arasında askıya alarak bahçeyi geçirir, hayat kapısından içeri salardı. İçeri toz girmeyecek mirim, olayımız bu.
Havva tetem meydana gelirdi ama yirmi yirmi beş adım gerisindeki kişinin o olduğunu, üçüncü bir adım gibi ses çıkartan avucuna sıkıştırdığı kızılcık sopasının sesinden bilirdi. Aaaa, çok meşhurdu o sopa. Dedim ya, hijyen hastalığından muzdaripti garibim. Elinde değil ki. Yanına kimseleri yaklaştırmaz, şakayla da olsa yaklaşacak olanı belli bir mesafede tutmak için o kızılcık sopasını kaldırır, mani olurdu. O meydana geldi mi kalabalıktaki sesler kısılır, gözler pek kaldırılmaz, durum idare edilirdi. Ta ki, değirmen tarafından sığırtmaçların köyün hayvanlarını getirdiğini görene kadar. Hayvanların kaldırdığı toz uzaktan bir bulutu andırırdı da, aman ha üzerine zerresi değer diye kırk yıllık yoldan görse sürüleri, eve doğru topuklardı.
Cami yolundan beri gelen Pampurcu Fatme’yi görünce de pek bir huysuzlanırdı Kıymet nine. Beni affedin de tabir öyle; “ Deli deliyi görünce değneğini saklarmış ” derler, meydandakiler için tam bir seyirlik oyun gibiydi onların buluşması. Dersin ki Hacivat ve Karagöz…
Arife teyzeme kaynana diye bilirim; gerçekten de mizacı sert, yanında yönünde ses seda, bırak ses sedayı insan bile istemeyen biriydi Pampurcu. Kıymet nine nasıl hijyen konusunda takıntılıysa, Pampurcu Fatme de bir şeyleri saklama huyuyla bilinirdi. Cebinde harcamadığı delikli kuruşu olsun, koca avludaki evin, ahırın, samanlığın taş örgülü duvarlarının arasına sokar sokuştururdu. Bazen bir mendile sarar bazen bir küçük kapurcağa yahut çömlekçiğe koyar, bir yerlerin ardına, arasına gizlerdi. Kızı Gülten abla o tatlı şivesi, lafının ardına patlattığı kocaman kahkahasıyla hep derdi; “ Bu anama bir şey olsun, valla sersefiliz. Ne vakit evi birine satçaz da adam evi yıkçak, gör bak o zaman o adam bi’ o kadar zengin olcak mı, olmaycak mı ? Bilmediğimiz daha kim neler çıkıcak bu evden, kim neler ? ”
Anneannemin kalkıp evi dolanarak porta kapısına yöneldiğini gören Nevze nine seslenirdi: “ Nereye mari, Ate ? “
Bunca isme, lakaba kafayı takmazdım o vakte kadar da anneanneme Ate dediklerinde çocuk aklım şaşar kalırdı. E, benim anneannemin adı Hatice’ydi. Ate de neyin nesiydi ? Şu durumda Çolak Ate’nin de mi adı Hatice’ydi ? Ben niye bunca zaman böyle bilmiştim o halde ?
Hoş, ben köyde adı Hatice olana da, Atiye olana da, Atike olana da böyle seslenildiğini hep duymuşumdur. Buyur, buradan yak ! İş daha bir çetrefilleşmiyor mu sizce de ?
Ben de tete diyorum ama aslında annemin teteleri Zele’nin Zeliha, Ramze’nin de Ramize olması pek bir muhtemel şu durumda. Hadi Fatme’yi ucundan kıyısından yakalarsın, Fatma ama pampurcu neye derler, bilen beri gelsin. Ya anneanneme Ate diye seslenen Nevze nine ? Onun adı da Nefise olmaya görsün, diye geçten geçe kurmuşumdur kafamda. Ama ötesini hiç kurcalamadım. Onu böyle çağırmayı daha bir seviyorum mu, ne? Esmer teninden sebep adına sıfat gibi eklenen kara lakabını anladım da, Nure diye Nuriye’ ye dendiğini ne düşündüm, ne merak ettim.
Siz “tete” kime diyoruz onu da bilmezsiniz belki. Bizde teyzeye tete derler. Öz teyzene de samimi gördüğün, saygı gösterdiğin büyüğüne de adıyla birlikte böyle seslenebilirsin.
A, bir de “-inge”ler var. Bir isme eklendiğinde o ismi yine kılığından çıkartan meşhur “-inge” tabiri. Sizin anlayacağınız, “yenge”…
Meda’nge dersin de bir insan bunun Mediha yenge demek olduğu nasıl bilsin? Hatç’enge, Hatice yenge… Fatme’nge, Fatma yenge, Mela’nge Melahat yenge …
Çocuklar nerede ?
Yahu bu köyün çocukları nerede sahi ? Ben onlara göre pek bir kasabalı kaldığım için beni pek aralarına almazlardı ama ben kadar elinde kızılcık sopasıyla bekleyen anaları da pekala bilirdi hepsinin Kocadere’ye gittiğini. Genellikle Avren ( Akören köyü ) yakasına yakın yerlerde dere yüzülecek nispette göllenir, köyün çocukları mütemadiyen buraya kaçardı. Üst başlarını ıslattılar mı anadan üryan soyunup çamaşırlarını güvem dallarına asarlar, ellerini başlarının altına alıp Balkan’dan aşağılara ağan pamuk kümeleri gibi bulutları seyrederdi. Sünnet olanlar mal beyanında bulunan köy ağası gibi kibirli, erken ergen tavırlar takınmaya çalışarak çocukça bir edepsizlikle sünnetsizlerle alay ederlerdi. Onları bilirdin zaten. Onlar kıçlarına yapışmış beyaz donlarını üzerlerinde kurutmaya çalışarak bu erken ergenlerin alaylarını savuşturmaya çalışırlar, kenar dururlardı.
Dedim ya ben onlara göre pek bir kasabalı kalıyordum diye… Çocukluğumun ilk yıllarını anneannemin dizinin dibinde köyde geçirsem de okul zamanı ilçede, annemle babamın yanında kalıyordum. Ama kendi öz evimmiş gibi yaz tatili gelse de köye dönsem diye ayları tesbihe dizer, gibi gün gün sayardım. O sebeple ben ne zaman köye gelsem, Nevze nine anneannemden önce beni köy dolmuşundan indiğim yerde kucaklar “ Sen mi geldin, Zeki Müren ? ” derdi. Konuşurken tane tane, şivesiz konuşmam ona pek bir hoş gelir, bu sebeple anneanneme “ Zeki Müren gibi konuşuyor senin torun, pek bir seviyorum ” derdi.
Ha, ne diyordum? Bu kasabalı tavrımdan sebep beni pek aralarına almazdı köyün çocukları. Severlerdi ama almazlardı işte. Ben köye geldim mi soluğu karşı komşumuz Vahide ablada alırdım. Genç yaşında eşini kaybedenlerden biri de oydu. Kızı Fatoş ile oğlu Murat’ın yanında bir oğlu da benmişim gibi teklifsiz girer çıkardım evlerine.
Akşamüzerleri kadınlar meydanda oturur, dereden dönecek çocukları nasıl haşlayacaklarının hesabını yaparken bizler en fazla köprüden az öte, Koru Baba’dan da az öte, taş değirmene kadar yol boyunca gider gelirdik kalanlarla. Geri kalanlar dediysem de çoğu komşu kızları olurdu. Tetemin Aysun Pakize ablanın Nazan ve Feruzan’ı toplarken, yaz için köydelerse ben Nigar’la Zuhal’i gözlerdim. Ben kasabalıysam, onlar şehirliydi. Muhabbetimiz bu sebepten mi uyardı ne, bilemedim. Gerçi onlar şimdilerin meşhur mutfak şefi Esat‘çığımı ( Esat ÖZATA ) peşlerine taktıklarına her zaman sevinmezlerdi ama, neylersin ? Karıncanın kardeşi olmuş işte, mecbur !
Ah, bir de Firdom var benim. Firdo diyoruz da , Firdevs aslında annemin amcasının en küçük kızı . Anneannemle aynı avluyu paylaşmaktan öte iki katlı evimizin bir yarısı onların diğer yarısı bizimdir. Anneme kuzen olmasına rağmen, amcası geç evlendiği için Firdom da tekne kazıntısı, bana akran gibi büyüdü . Aramızda hepi topu birkaç yaş var. O benim büyüğüm gerçi ama aynı avluda birlikte kardeş gibi büyümüşüz işte.
Tarlaya tapana, dere boyundaki bahçeye, harmanlığa birlikte giderdik. Bazen birkaç koyunu gütmeye harmanlık sırtına çıkardık. Koyunlar bir kenarda otlarken biz bir gölgeliğe sığınırdık. Bakkal Engin amcadan aldığımız sakızı ağzında çürütür, ucuna ip bağlayarak meradaki papaz deliklerinin içine salardı. Ne de korkusuzdu ki, ipi ufak ufak çekiştirirken yüzünü papaz deliğine iyice yaklaştırır, beni telaşa sarardı. O koca koca papazları oltaya vurmuş balıklar gibi tereyağından kıl çeker gibi yuvasından dışarı alırdı. Çocukluk işte, ne hayranlıkla izlerdim onu.
Onun işi olduğu saatlerde bazen evin arkasındaki meydanda yalnız kalırdım. O değil herkeslerin işi gücü var belli ki. Beni mi oyalayacaklar hep ? Nurlarda yatsın, Yunus dede; o tatlı kahverengi tonundaki şayak poturu ayağında, arkası parlak kumaştan cepkeni sırtında olduğu halde, gelir yanıma otururdu. Bayılırdım onun bu giyim tarzına. Çoğu zaman başında aynı tonlarda Ecevit kasketi olurdu. Akşamüzerleri kadınların oturduğu oturaklara oturur, sırtımızı bizime evin duvarına, yüzümüzü Mahya Tepe yönüne verirdik. Nasihatlerle dolu tatlı bir muhabbeti başıma salarken bense kasketinin içindeki şeffaf korumalıkta sakladığı o vesikalık fotoğraflar kimindi diye gözümü kaçırırdım. Hiç bilemedim. Soramadım da. Yedisindeki çocuk ben, yetmişindeki dede o; başka bir dilden konuşur, çoğu zaman susarak anlaşırdık işte. Bazen muhtemelen bu meydanda rahmet-i Rahman’a uğurlamaya durduğumuz daykomun, İrfan dayımın, üst katta bızıklarken rast geldiği türkü dolardı kulaklarımıza. Tevaffuk mu derler eskiler? Radyoda Mayadağ’dan kalkan kazlar çalardı. Biz Yunus dedeyle kutup yıldızına tutulmuş denizciler misali, yüzümüzü dönmüş Mahya Tepe’ye bakardık. O şefaf gözdeki fotoğrafı parmak uçlarıyla belli belirsiz okşarken inceden gözü yaşarırdı. Nedendi bilmezdim ama o mermer duruşlu bilinen Yunus dedenin gözyaşların şahidiydim, bu böyle biline.
Yusuf Yüzlü Delikanlılar
Bir de delikanlıları vardı köyün; Yusuf yüzlü delikanlıları…
Köyün kadınları meydanda sohbeti koyulturken, işini gücünü bitiren köyün erkekleri kahveler yönünden kopuşur, önce kadınların olduğu meydanı, ardından köprüyü geçerek köyün çıkışındaki değirmene doğru sohbet ede ede yürürlerdi. Her biri kırk haneli köyün muhtarı misali bir çalım ile ellerini arkada bağlardı ya, meydandaki kadınlar onların bu havalı gidişlerini küçük kikirdemelerle sohbetlerine meze ederdi. Bu hemen her gün görebileceğiniz bir ritüel gibi tekrarlanırdı. Kimisi korunun kıyısındaki yamaçta kendine bir yer bulur, şanslı olanlar değirmenin karşısındaki koca ağacın dibini mesken tutardı. Birbirimizin yüzüne bakarak konuştuğumuz, gözündeki ışığı görerek muhabbet edebildiğimiz ne güzel anlarmış onlar.
Sonra delikanlılar alırdı sırayı. Yusuf yüzlü delikanlılar… Meydanı geçerken akşam güneşi sol yanlarından vurur, yalım ışıklarıyla o sarı saçlarını, buğday tenlerini öperdi. Meydandaki analarına selam vermek için, komşu tetelerine hal hatır sormak için duraksadıklarında yüzlerini iyice güneşe dönerler, çehreleri iyiden iyiye nura karardı. Heybetlerini edepleriyle devleştiren ne delikanlılardı onlar.
Sen onları eski kasap çevirdikleri bir köy düğününde, çifte davul vurdurulan bir asker uğurlamasında, harman dönen düvenlerin üzerinde görecektin hele. Ben çok görmüş, çok şahit olmuşumdur ama seneler sonra onların her birini anmama, anımsamama vesile, o günlerden kalma solgun bir fotoğraf olmuştur.
Özkan ile Hüseyin ağabeyleri bir düğün yahut asker uğurlamasında gösteren bir fotoğraftı. Hangisidir, işin orasında değilim inanın. Omuz başlarından sımsıkı tutmuşlar, zamanın onlara hazırladığı hikayeden bi’haber, hayat dolu gülümsedikleri bir fotoğraftı.
Şüphe yok ki, Ramize tetenin kınalı kuzusuydu Hüseyin abi. 1995’in bir Temmuz gününde, görev şehidi olarak daha otuzunda köyünün toprağına verilip, başına şanlı bayrağı şan diye diktiklerinde anasının aslanıydı artık. Tüm köy halkı gibi Özkan abim de ardınca çok gözyaşı dökmüştür. Bayram arefelerindeki kabir ziyaretlerinde Hüseyin’in başında gördüğüm çok olurdu onu. Önce babacığının, Üzeyir eniştenin mezarını ziyaret eder, hemen yakınında yatan Hüseyin’in başında gönül sohbeti edercesine uzun kalırdı.
Şüphe yok ki, Havva tetemin de gözünün nuruydu Özkan abim. Abim diyorum, çünkü annemle kardeş çocuklarıydı. Çok severdim. Sözün tatlısını konuşur, dilinden bal damlardı. Biri de çıkıp desin “ benim kalbimi kırmıştır ” ; bunu diyenin alnını karışlamak farz olur. O misal yani… İstanbul’un çivisinin çıkmaya başladığı yıllarda, bir kendini bilmez, yere batasıcanın tabancasından çıkan kör kurşun, sadece ekmeğinin peşinde, işinin başındaki o masumu hayattan kopardı. Hüseyin abiden on sene sonra bir gazete sayfasındaki köşede yirmi otuz kelimelik bir habere konu olduğunda, Havva tetemin göz bebeği artık onun dinmeyen göz yaşıydı. Yanarım yanarım, oncağızı köye değil de İstanbul’a defnettiler, bi’ ona yanarım.
Çağatay’ımı anmasam hiç olmaz. Onla da ben aynı kuşaktım. O da annemin Zele tetesinin torunuydu. Anne babası köy dışında çalıştıkları için onun da ilk seneleri benim gibi köyde geçmişti. Biz kasabalılar köy çocuklarına sokulacak bir alan bulamamışsak, birbirimize omuz vererek bu durumu aşmaya çalışmışızdır. Şimdi tebessüm ettiren bu çocukça yaklaşımlar o zaman bize ne havalı gelirdi. İşte o Çağatay’ımı, Hüseyin abi gibi görev şehidi olarak Çorlu’daki şehitliğe koyduklarına henüz yirmi dördündeydi. Onu da köye getirmediler ama şanı hep oraya da pay edildi, çok şükür. Neyse ki ben senelerdir Çorlu’da yaşıyorum da, ne zaman darlansam başında buluyorum kendimi. Özkan abimin Hüseyin’in kabri başındaki o gönülden sohbeti gibi, biz de söze gerek olmadan bir başka dilden konuşuyoruz.
Peçka
Firdom porta kapısından seslenerek bazen beni bahçeye çağırırdı. “Gelmeyeceğim“, diye omuz silkecek olsam kaşlarını çatar “anneannen çağırıyor” diye beni kendime getirirdi. Köy meydanındaki bu cümbüşlü havaya o kadar kendimi kaptırmışım düşünün ki anneannemin peçkaya bakmak için yanımdan ayrıldığını ancak o zaman fark ederdim.
Peçka ? Hadi canım, Trakya’da yaşayıp da bilmiyorum demeyin bana. Peçka işte, kim bilmez ki ? Yok siz bilemediniz galiba. Durun sizin için durumu kolaylaştıralım. Siz şehir kibarları sanırım onu kuzine adıyla bilirsiniz.
Hele de meşeden olursa; makta odununu ateş gözüne koyarsın. Üzerinden iki halkasını aldığın oluğa çömleği yerleştirirsin. Mis gibi köy fasulyesi tıkır tıkır kaynarken, bir kenardaki güğümde su illa kaynar. Arada öyle harlanır ki ateş, güğümün cılız kapağı buhardan kalkıp tersin geri vurur. Suyu eksilmişse fasulyenin suyunu tamam edersin. Zamanı gelmişse ateş görmekten bir parça dibi kararmış demir kulplu bir tavada fasulyenin soğanını yakar, salçasını kavurursun. Bu iş yine peçkanın üzerindeki bir köşede gerçekleşir, hani. O sıra odaya yayılan koku bugün bile burnumdadır. Bir kepçe kadar harşanmış fasulyeni kepçeye gelen kadar suyuyla alır, salçalı soğanlı sosa eklersin. Biraz daha fasulye suyu ekleyip tatlar birbirine geçecek nispette çorba suyunu alıştırır gibi şöyle bir harmanlarsın. Sonra bu sosu çömleğe ekleyip çömleği peçkanın daha sakin bir köşesine çekersin. Tıkır tıkır pişen fasulyenin üzerine en son bir cin biberi iyi gider. Sonra bırak kaymak bağlayıncaya kadar sakin sakin pişsin. Of ki of !
Peçkanın fırın gözündeki köy ekmeğini unutmamak lazım. Koca bir sini tepsiye üç beze olarak yerleştirdiği hamur bu gözde mis gibi ekmeğe dönüşürdü. Yan taraflarında gelişi güzel konulmuş körpecik kumpirleri görememişsem, bilirdim ki anneanannem onları ateşin gücü düştüğünde küle gömecektir. Acele etmeme gerek yok sizin anlayacağınız. Sıcak köy ekmeği ile kaymak bağlamış bir köy fasulyesinin ne tatlı yendiğini bilen kaç kişi kaldık, sahi ? Ama fasulye madem ki akşam herkes eve döndüğünde yenecek, o halde bir dilim üzerine şırlan yağ koyup üzerine toz şeker gezdirmek de o an açlığı bastırmak için yetebilir. Ama yok, o gün tokmakla tereyağı dövülmüşse ona da razıyım. Sıcacık ekmeğin arasına tereyağını basıp, üzerine poy eklemek de aşağı kalır değil, hani.
Hele de yerli mısır olacak, köze oturttuğun demir maşa üzerinde çevire çevire közleyeceksin. Az evel dediğim gibi öne çektiğin külün altına körpecik kumpirleri gömeceksin. Çıkartıp ellerin yana yana soymaya çalışacak, bazen hafif yanmış kabuğunu soymaya bile sabredemeden avucun altında hafif ezerek ilk sıcağını alacaksın, yanına yarı koyun yarı keçi sütünden tuttuğun sütlü biber turşusu…
Nerden geldik bu konuya ? Hah, akşam oluyor diye Firdom çağırmıştı ya. Oydu, lafın başı. Hoş, zaten ben meydandan ayrılırken, değirmen başından bu yana sığırtmaçlar köyün hayvanlarını getirdiklerini kendine has bağırışlarıyla ilan ederdi. Meydana yaklaşan mübarekler evlerinin yolunu bilirmişçesine bir bir sokak aralarına dağılır, sahipleri de ertesi gün aynı meydanda buluşmak üzere peşleri sıra evlerine dönerdi. Ben eve yöneleyim derken, Firdom’un büyüğü Filiz ablam da akranlarından Meral ablayı uğurlardı. Çıkarken beni yakalar, yanağımdan canımı az da olsa acıtan bir makas alır, annemi anarak ;
– Ah be Şükran abla, beş on sene evvel yapamadın bu çocuğu, der başımı yere eğerdi.
Ah, ben sizin odalara kapanıp Filiz ablamla kimlerden konuştuğunuzu, o mucize gibi kaset çalarda ne içli arabesk şarkılar dinleyip kimler için iç çektiğinizi analarınıza bir bir anlatmaz mıyım ? Hadi, makas aldın, porta kapısını kapayıp rüzgara karışmadan hemen önce; “ Nişanlım, kendine iyi bak ” diye küçücük çocuğa hiç takılınır mı ya ?
Uzayan gölgeler kaybolur, akşam ezanı okunurdu. Sofra bezini dizlerimin üzerine çekmiş sofraya gelecekleri beklerdim. Merdivenleri çıkarken arkasına bastığı lastik ayakkabılarının çıkardığı sesten geleni bilir, o yöne koşardım.
– Daykom geldi, daykom geldi !
Hoşça kal, daykom !
Tüm bunlar film şeridi gibi gözlerimin önünden geçerken, yanağımdan süzülüp önüme bağladığım ellerimi ıslatan gözlerimin yaşı, Yeniceköy’den getirdikleri gencecik hocanın “ Hakkınızı helal ediyor musunuz ? lafına topluca verilen “ Helal olsun ! ” nidasıyla kendime geldim. Omzumda sıcaklığını duyduğum o müşfik eller bir bir çekildi. Beni, bir zamanlar şen kahkahaların eksik olmadığı bu ayrılıklar ve kavuşmalar meydanında bırakıp, daykomu omuzlayıp gittiler.
Dedem ve anneannemden sonra ışıklarını daykomun hatrına açık tutan, çocukluğumun en güzel yıllarının geçtiği, bayramlarda hepimizi bir araya toplayan bu ev o ev değil artık. Işıkları şimdilik sönse de odalarının duvarlarında her birimizin solgun fotoğrafları hala mıh gibi duruyor. Zira biliyorum ki, ıssıza yatmış bir evi açan sadece bir anahtar değildir . Seneler sonra bile bize gamzemiz olduğunu hatırlatan, birlikte yaşanmış acı tatlı anların mirası hatıralar, o evden çok uzaklarda olsak bile o kapalı kapıları ardına kadar aralar.
O meşhur dizideki gibi bitirelim o halde.
Ves’selam…
( Köyün hayaletlerine ithaf, dirilerine hediyemdir. )